Cebimdeki Yabancı

Eski Mustafa olsa çoktan saçı başı dağıtmıştı. Hoş, şimdilerde dağıtacak bir saçı olmadığından zaar vuku buluyordur belki de tüm bunlar. Bilemeyiz. Zaten biz insanlar neyi bilebiliriz ki?


Bir dolu mevzu bahsi anlamlandırmaya çalışırken geçen ömrümün gençlik yıllarını harcadığım iki gözümün çiçeği Boş Meşgale'ye hoş geldiniz. Bugün öyle büyük bir olay falan yok. Fikstür de yok zaten. Bir plan da yapmadım. Arayıştayım zira. Neyi aradığımı bulmalıyım önce. Düşün sevgili okur bunu bellemişim en azından. Bence gayet iyi bir yol kat etmiş sayılırım. Ne dersin?

Lakin şu sıralar hayatımın merkez noktasında sağlıklı yaşam diye bir kavram belirdi. Özellikle son zamanlarda içinde debelendiğim sıkıntılı süreç ve sağlık problemlerim beni beslenme hususunda temkinli olmaya itti. Günün birinde sebzeli orman yemeği ve glutensiz sütlaç için ayılıp bayılacağımı tahmin etmezdim. Ve tabi günde 3 litre su içeceğimi de. Demli çayından dahi mahrum bırakılmış bir gundi olarak yazıyorum sizlere. Böylesi güç ama alışmak mecburiyetindeyim.

Dün gece bir film izledim. Cebimdeki Yabancı diye. Filmin jeneriği akarken 'Keşke İzlence yapsaydım.' dedim ancak iş işten geçmişti. Ama yine de yorumlamak istiyorum. Serra Yılmaz'ın ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu filmin senaryosu Murat Dişli'ye ait. Ferzan Özpetek'in yapımcılığını üstlendiği yapım BKM aracılığıyla beyaz perdeye taşınmış. Perfetti Sconosciuti'nin Türk uyarlaması olan film tek mekanda geçiyor. Ve yıllardır dostluğu süren 7 arkadaşın bir akşam yemeğinde telefonlarını masanın üstüne koymasıyla başlıyor bütün olay. İhanetler, aldatmalar, sırlar, farklılıklar derken aslında telefonların hepimizin kara kutusu olduğu gerçeği bir kez daha yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. Oyunculukların mükemmelliği ve senaryonun manidarlığı karşısında her sahnede izleyiciyi şaşırtmayı başaran eser zannımca uyarlama yapımlarımızda ilk üçe girer. Bahsi geçen filmi tamamen ayrı bir yazıda ele almak istediğimden burada böylece bitirmek daha akılcı.

Sayfanın trafiğini arttırma gibi bir hedefe büründüm son zamanlarda. Acaba diyorum okurlardan oluşan bir konuk yazar formatı mı oluştursam? Öyle çok değil ayda bir kez okurlarımdan biri yazsın şeklinde. Henüz karar vermiş de değilim ama fikir aşamasında olan konseptlere bakılırsa sağlam bir şeyler çıkacağa benziyor. Yeni yıl içinse fikirlerim daha farklı. Uzun süredir yapmak istediğim değişiklikleri hayata geçirmek istiyorum. Bu değişiklikler arasında yayın gününden ana slogana, yazı puntosundan arka temaya dek bir çok şey var. Herkesin 'bence bırakmalısın, ikisi bir arada gitmez, hayatının en önemli senesindesin ara versen ne olur ki, artık boş vermenin zamanı gelmedi mi, sonradan çok pişman olacaksın böyle şeylerle uğraştığın için' gibi şeyler söylediği bir zaman diliminde sayfayı şaha kaldırmak üniversiteye hazırlık için de motivasyonumu körükleyecektir. En nihayetinde insan kendisini iyi bilir öyle değil mi?

Sahi insan kendisini ne kadar iyi bilir? Veya bilebilir? Ya da bilebilir mi? Yayın hayatına geçirmeyi planladığım konseptlerden biri de felsefe üzerine. Mesela 67 yaşında bisiklet sürmeyi öğrenip bir tren garında zatürreden ölen Tolstoy'u, beni bir başkası olarak tanımlayan Arthur Rimbaud'u, veya herhangi bir yaratıcı olmadığı için insanlığın evrende bir anlam aramasına yönelik uğraşlarının boşa bir çaba olduğunu ve eninde sonunda bu anlam uğraşının başarısız olacağını söyleyen felsefi düşünce akımı absürdizmi incelemek güzel olmaz mı?

Yapılacak değişikliklerin tam listesini yılın son pazar gününde yazarınızdan ısrarla isteyin. Bu yazıyı okuyarak cebinizdeki yabancı olmama müsaade ettiğiniz için teşekkür ederim. :)

Kalın sağlıcakla.

Yorumlar