Günaydın ya da iyi geceler. Belki de iyi günlerdir, bilemem. Bu, yazımı okuma saatinize ve aslında öncelikle okumanıza bağlı. Kendimi bildim bileli sevmedim çalışmayı, sevemedim. Her yaz aynı film gösterime girer bu sinemada ve hiçbir yaz vizyondan kalkmaz. Seyircisi çok diye mi yoksa mesajı derin diye mi bilinmez ama bu fani her yaz sürünür lokantada. Hizmet sektörünün en ama en rezil kolu gıda işletmelerinden birinde hayat mücadelesini, geçim derdini, sorumluluk edinmeyi, alın teriyle para kazanmayı, helal lokmayı ve dahası mukaddes kavramları ortalama dört senedir öğrenip deneyimleyen bendeniz gayrı bir çok şeye daha farklı bakıyorum. Kabul, bu durum akranlarıma nazaran yaşamın cilvelerini ölçümlemek için bana çok kaliteli avantajlar sunuyor lakin bana soba sıcak deseydiniz vallahi dokunmazdım ya. Niye elimi sobaya soktunuz ki? A*ına koyayım böyle ekmek kavgasının.
Yanılmıyorsam onuncu sınıf olmalıydı. Okul başkanlığına adaylığımı koymuş ve sınıf sınıf gezip konuşmamı yaparken şöyle diyordum;
Anadolu'nun bağrından kopup yedi tepeli şehrin kargaşasına gark olmuş biriyim ben. İşimse temaşa sanatı...
Üstünden epey zaman geçti ve işim hala temaşa sanatı. Özellikle de mütemadiyen insanlarla iletişim kurmak mecburiyetinde kaldığım işimde karşılaştığım insanlardan bir dolu şey öğreniyorum. Bu olayın güzel yanı şu ki benim dükkanımda üst düzey bir müdürle alt tabakadan bir işçinin hiçbir farkı yok. Hatta ortak noktaları var, ikisi de aç. Bu açlığı yalnızca besin tüketimine duyulan ihtiyaç olarak almamak lazım. Tespitlerim insanların sevgiye, merhamete, adalete, saygıya, güler yüze, samimiyete, tatlı söze, muhabbete ihtiyaç duyduğu yönünde.
Örneğin geçenlerde televizyon furyasında bulunan on dizinin ortalama yedisinde rol alan figüran bir abi geldi. Ailesiyle oturdu masaya ve ben kendisini tanımış olmakla beraber heyecanlandım. Hizmette kusur etmemek üzere gösterdiğim çaba beni hataya sürüklemiş olacak ki acılı ezmeyi döktüm. İsmimi öğrenmek istedi ve okuyup okumadığımı sordu. Küçük kızının yanında sigara içmeme naifliğinde bulunduğu için ona 'işte şimdi yakışıklı bir çayı hak ettin abi' dedim ve sohbetimiz uzadı. Öğretmen olmak istediğimi söyleyince gururla bana bakıp sen burada çalışmıyorsun, okuyorsun dedi. Zihnimde açtığı pencere o kadar mühimdi ki o gün bütün yorgunluğum adeta uçup gitti.
Bu haftanın mevzu bahsi öğretmenlik üzere olduğundan bu anekdotu paylaşmak istedim. Konuya giriş yapmadan evvel yemek yediği yerdeki çalışanları kendi kölesi gibi gören, emir veren, parayı fırlatmak suretiyle hesabı ödeyip havalı olduğunu sanan, müşteri memnuniyeti olayını çıkarları doğrultusunda kullanan, kendisine hizmet eden kimselerin şereflerini, haysiyetlerini, onurlarını, gururlarını hiçe sayarak laf buyuran ve ortam içinde rencide etmeye meyleden tüm kaypakların sıfatına tüküreyim. Oh, rahatladım. Daha çok anlatılacak şey var bu mevzuda ama en iyi ihtimalle Ağustos sonuna kadar dükkandayım zaten. Her hafta azar azar dökerim içimi.
Eveeet, kavram karmaşası. Yedinci bölüm olmuş. İlk tasarladığımda beni epey heyecanlandırmıştı bu format. Aynı hevesi hala dinç tutabilmişim ki bugün ekranlarınıza misafirim. Efenim bilen bilir, bendeniz yaklaşık 6 yıldır öğretmenlik hayaliyle yanıp tutuşurum. Olayı detaylandırmak ve neden bunu istediğimi izah etmek gerekirse şöyle devam edeyim.
Hayatım boyunca çok garip öğretmenlerle çalıştım. Mesela ilkokul hocam Dersimli bir adamdı. Hıdır Çaktı. Her sabah okula giderken ona simidini ben alırdım. Çünkü muhakkak bir önceki günden konuşma cezam olurdu. Kışları parkasını, yazın ise yeleğini taşıtırdı. Gazetesini kantinden aldırır ve çok sağlam dayaklar atardı. Gün olurdu ve öyle döverdi ki hırslanırdım ona. Büyüyünce sana göstereceğim gününü tarzı şeyler söyleyip benden büyük çantamla anneme koşardım. Yok, öyle çok anne kuzusu biri değilim sadece kendimden büyük laflar ettiğim için yine dayak yiyebilirdim. Zaman zaman içimden söküp atamadığım bu kindarlığımı onun sayesinde edindiğimi düşünüyorum. Hoş, tamamıyla hasbelkader olmak suretiyle geçtiğimiz yazlardan birinde sahilde bisikletle kendisine çarptım ve yere serildi ama kalkıp laf etmeye yüzü bile yoktu. Yine de artıları ve eksileri için teşekkür ederim. Birden fazla harf öğretti ama ben de kırk yıllık kölesi gibi getir götürünü yaptım. Vefa borcumu sırf çaylarını taşıyarak ödediğimi düşünüyorum.
Ortaokul serüvenim bambaşka bir kulvardaydı. Aile zoruyla imamhatipe geçmiş ve hem arkadaşlarımdan ayrıldığım için hem de yeni dersler eklendiği için çok mutsuzdum. Orada bir Arapça hocam vardı. Zehra Başer. Kadın hayatını öylesine sağlam dizayn etmişti ki aklınız hayaliniz dururdu. Sekiz saatlik okulun yedinci saati boşsa eve gider yemeğini koyar, gelir ve son saatini yapıp evine gidince yemeği hazır olurdu. Üniversitede çok çalışmasından kaynaklandığını düşündüğüm bir özelliğim vardı. İki eliyle de yazı yazabiliyordu. Ama bir deftere ya da kitaba değil. Tahtaya. Sağ eline beyaz tebeşiri alıp siyah tahtaya, sol eline siyah kalemi alıp beyaz tahtaya yönelirdi. Tahtayı ortalayıp kollarını açtığında şaşkın şaşkın onu izlemekten başka bir şey yapamazdık. Yine ortaokulda tanıştığım Ebru Hoca, Furkan Hoca, Cihan Hoca, Funda Hoca, Meryem Hoca, Can Hoca, Şuayip Hoca, Rukiye Hoca gibi bana çok şey katan karakterlere de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Dünya küçük belli mi olur belki karşılarına çıkar.
Ve Mesut Altunoğlu. Tipik bir İngilizce hocası. Tek dille yetinmeyip üstüne Almanca çakmış, kışları Harley Davidson bot, yazları ise Rayban gözlük. Dadaizm, Artist Shit, Çığlık, Dava, Şato, Dostoyevski, Gogol, Nietzsche ve dahası yazar, kitap, sanat eseri ve akımları ilk ondan öğrenmiştim. Şimdi düşünüyorum da yaratıcının varlığına dair çocuk aklımızı karıştırdığı için yönelttiğimiz sorularda bile bizi yaftalayan, hor gören o imamhatip sistemi içerisinde bizi ne de güzel donatmış, nasıl da güzel beslemiş. Şimdilerde bir kolejde Almanca Öğretmenliği yapıyor olmalı, evlendi de duyduğum kadarıyla. Var ol Mesut hocam ve pek tabi ortaokulda bana İngilizce sevgisini aşılayan Sedat hocam. Sedat Ölmez. Evet, yaptım o espriyi :(
Liseye geldim ve önce Bahçeşehir'de ardından Sabancı'da bulundum. Bahçeşehir'e dair hatırladığım tek şey Kur'an okumamı çok beğenip hafızlık düşünüp düşünmediğimi soran bir beyefendi hoca ve şiirler üzerine üç dakikayı geçmeyen bir sohbette bulunduğum edebiyat hocası.
Sabancı bambaşka bir yerdi. Hocalar gelmeden adı geliyordu. Aman şuna dikkat et şu şöyle, vay buna çıkışma bu böyle. Lakin her şeye rağmen inanılmaz donanımlı insanlarla birlikteydim. Hocalarımızın arasından bilmem kaçıncı üniversitesini okuyanlar, tezli veya tezsiz yüksek lisans yapanlar, makale yayınlayanlar, kitap yazanlar ve dahaları. İyi kötü geçen dört yıllık lise serüvenimde bana maddi, manevi bir çok destek sağlayıp paha biçilemez değerler katan İlayda Yami Ermiş, Yasin Çetin, Ali Aslan, Yusuf Baler, Abdurrahman Tok, Fevziye Tezol, Dilek Kabal ve Sabriye Karakullukçu öğretmenlerime teşekkür ediyorum. İyi ki vardınız, sizi unutmayacağım.
Saat 02.47 ve sanırım ağlayacağım, duygulandım. Ne ara bittin ulan Sabancı. Nakil geldiğim günü biliyorum sana. Neyse bunlar hep mezun yazısına kalsın madem.
Hayatıma etki eden öğretmenlerimden bahsettim ama neden? Şu yüzden sayın okur. İyi bir öğretmen demek güzel bir bakış açısı demek, yeni ufuklar demek, edinilen bilgiler demek, öğrenilen insanlıklar demek, hal demek, hareket demek, davranış demek, bilim demek, sanat demek, kültür demek, edebiyat demek, saygı demek, emek demek, vefa demek, ruh demek, inanç demek. İyi bir öğretmen her şey demek. Çevrem bilir yıllardır şunu söyler dururum. O kapı kapandığında ortalama 25-30 tane körpe beyin sana emanet ediliyor ve o beyinleri dilediğin gibi doldurabilirsin. Bilmiyorum farkında mısınız ama bu çok muazzam bir şey. Kabul, riskli de biraz. Zira art niyetli kimseler bu fırsatı değerlendirebilir. Fakat ben onu da düşündüm. Ve diyorum ki korkmayın. Türkiye'de birileri kötülük yapacaksa bunu eğitimle yapmak aklına gelmez.
Paragrafı bitiren cümle olmasın, aman birazcık açayım diye çok uğraştım ama böylesi daha iyi. Dilerim yukarıdaki paragrafın son cümlesi çok iyi anlaşılır.
Baktığımız zaman bugün bir katil de bir yazar da bir öğretmenin elinden çıkıyor. Manen de hayli kıymetli olan bu mukaddes mesleğe erişme yolculuğum bambaşka bir yere evrildi ama vazgeçmek istemiyorum. Bundan beş altı yıl sonra öğrencilerimle dersimi işleyip öğle molasında onlarla basketbol oynayacağım, her gün çıkışta birini eve bırakıp yolda sohbet edeceğim ve dahası aktivitelerle onlara bir öğretmen, bir eğitimci nasıl oluru göstereceğim günleri iple çekiyorum.
Biraz fazla konuştum sanki bu hafta ama bu serbestliğe aşığım. Haftaya cuma doğum günüm ve ciddi manada kendimi iyi hissetmeye ihtiyacım var. Şimdilerde tuşlu telefona geçiş yapmış olmam, gündüzleri kütüphanede ve akşamları lokantada bulunmam beni epey yoruyor. Gülerek hatırlamak istediğim bu günlerimi atlatabilmek adına sevdiklerime ve dostlarıma aşırı derecede ihtiyaç duyuyorum. Ve inanıyorum da. Kaybettim ama hep değil.
"Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem."
Yeraltından Notlar - Dostoyevski
Yanılmıyorsam onuncu sınıf olmalıydı. Okul başkanlığına adaylığımı koymuş ve sınıf sınıf gezip konuşmamı yaparken şöyle diyordum;
Anadolu'nun bağrından kopup yedi tepeli şehrin kargaşasına gark olmuş biriyim ben. İşimse temaşa sanatı...
Üstünden epey zaman geçti ve işim hala temaşa sanatı. Özellikle de mütemadiyen insanlarla iletişim kurmak mecburiyetinde kaldığım işimde karşılaştığım insanlardan bir dolu şey öğreniyorum. Bu olayın güzel yanı şu ki benim dükkanımda üst düzey bir müdürle alt tabakadan bir işçinin hiçbir farkı yok. Hatta ortak noktaları var, ikisi de aç. Bu açlığı yalnızca besin tüketimine duyulan ihtiyaç olarak almamak lazım. Tespitlerim insanların sevgiye, merhamete, adalete, saygıya, güler yüze, samimiyete, tatlı söze, muhabbete ihtiyaç duyduğu yönünde.
Örneğin geçenlerde televizyon furyasında bulunan on dizinin ortalama yedisinde rol alan figüran bir abi geldi. Ailesiyle oturdu masaya ve ben kendisini tanımış olmakla beraber heyecanlandım. Hizmette kusur etmemek üzere gösterdiğim çaba beni hataya sürüklemiş olacak ki acılı ezmeyi döktüm. İsmimi öğrenmek istedi ve okuyup okumadığımı sordu. Küçük kızının yanında sigara içmeme naifliğinde bulunduğu için ona 'işte şimdi yakışıklı bir çayı hak ettin abi' dedim ve sohbetimiz uzadı. Öğretmen olmak istediğimi söyleyince gururla bana bakıp sen burada çalışmıyorsun, okuyorsun dedi. Zihnimde açtığı pencere o kadar mühimdi ki o gün bütün yorgunluğum adeta uçup gitti.
Bu haftanın mevzu bahsi öğretmenlik üzere olduğundan bu anekdotu paylaşmak istedim. Konuya giriş yapmadan evvel yemek yediği yerdeki çalışanları kendi kölesi gibi gören, emir veren, parayı fırlatmak suretiyle hesabı ödeyip havalı olduğunu sanan, müşteri memnuniyeti olayını çıkarları doğrultusunda kullanan, kendisine hizmet eden kimselerin şereflerini, haysiyetlerini, onurlarını, gururlarını hiçe sayarak laf buyuran ve ortam içinde rencide etmeye meyleden tüm kaypakların sıfatına tüküreyim. Oh, rahatladım. Daha çok anlatılacak şey var bu mevzuda ama en iyi ihtimalle Ağustos sonuna kadar dükkandayım zaten. Her hafta azar azar dökerim içimi.
Hayatım boyunca çok garip öğretmenlerle çalıştım. Mesela ilkokul hocam Dersimli bir adamdı. Hıdır Çaktı. Her sabah okula giderken ona simidini ben alırdım. Çünkü muhakkak bir önceki günden konuşma cezam olurdu. Kışları parkasını, yazın ise yeleğini taşıtırdı. Gazetesini kantinden aldırır ve çok sağlam dayaklar atardı. Gün olurdu ve öyle döverdi ki hırslanırdım ona. Büyüyünce sana göstereceğim gününü tarzı şeyler söyleyip benden büyük çantamla anneme koşardım. Yok, öyle çok anne kuzusu biri değilim sadece kendimden büyük laflar ettiğim için yine dayak yiyebilirdim. Zaman zaman içimden söküp atamadığım bu kindarlığımı onun sayesinde edindiğimi düşünüyorum. Hoş, tamamıyla hasbelkader olmak suretiyle geçtiğimiz yazlardan birinde sahilde bisikletle kendisine çarptım ve yere serildi ama kalkıp laf etmeye yüzü bile yoktu. Yine de artıları ve eksileri için teşekkür ederim. Birden fazla harf öğretti ama ben de kırk yıllık kölesi gibi getir götürünü yaptım. Vefa borcumu sırf çaylarını taşıyarak ödediğimi düşünüyorum.
Ortaokul serüvenim bambaşka bir kulvardaydı. Aile zoruyla imamhatipe geçmiş ve hem arkadaşlarımdan ayrıldığım için hem de yeni dersler eklendiği için çok mutsuzdum. Orada bir Arapça hocam vardı. Zehra Başer. Kadın hayatını öylesine sağlam dizayn etmişti ki aklınız hayaliniz dururdu. Sekiz saatlik okulun yedinci saati boşsa eve gider yemeğini koyar, gelir ve son saatini yapıp evine gidince yemeği hazır olurdu. Üniversitede çok çalışmasından kaynaklandığını düşündüğüm bir özelliğim vardı. İki eliyle de yazı yazabiliyordu. Ama bir deftere ya da kitaba değil. Tahtaya. Sağ eline beyaz tebeşiri alıp siyah tahtaya, sol eline siyah kalemi alıp beyaz tahtaya yönelirdi. Tahtayı ortalayıp kollarını açtığında şaşkın şaşkın onu izlemekten başka bir şey yapamazdık. Yine ortaokulda tanıştığım Ebru Hoca, Furkan Hoca, Cihan Hoca, Funda Hoca, Meryem Hoca, Can Hoca, Şuayip Hoca, Rukiye Hoca gibi bana çok şey katan karakterlere de buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Dünya küçük belli mi olur belki karşılarına çıkar.
Ve Mesut Altunoğlu. Tipik bir İngilizce hocası. Tek dille yetinmeyip üstüne Almanca çakmış, kışları Harley Davidson bot, yazları ise Rayban gözlük. Dadaizm, Artist Shit, Çığlık, Dava, Şato, Dostoyevski, Gogol, Nietzsche ve dahası yazar, kitap, sanat eseri ve akımları ilk ondan öğrenmiştim. Şimdi düşünüyorum da yaratıcının varlığına dair çocuk aklımızı karıştırdığı için yönelttiğimiz sorularda bile bizi yaftalayan, hor gören o imamhatip sistemi içerisinde bizi ne de güzel donatmış, nasıl da güzel beslemiş. Şimdilerde bir kolejde Almanca Öğretmenliği yapıyor olmalı, evlendi de duyduğum kadarıyla. Var ol Mesut hocam ve pek tabi ortaokulda bana İngilizce sevgisini aşılayan Sedat hocam. Sedat Ölmez. Evet, yaptım o espriyi :(
Liseye geldim ve önce Bahçeşehir'de ardından Sabancı'da bulundum. Bahçeşehir'e dair hatırladığım tek şey Kur'an okumamı çok beğenip hafızlık düşünüp düşünmediğimi soran bir beyefendi hoca ve şiirler üzerine üç dakikayı geçmeyen bir sohbette bulunduğum edebiyat hocası.
Sabancı bambaşka bir yerdi. Hocalar gelmeden adı geliyordu. Aman şuna dikkat et şu şöyle, vay buna çıkışma bu böyle. Lakin her şeye rağmen inanılmaz donanımlı insanlarla birlikteydim. Hocalarımızın arasından bilmem kaçıncı üniversitesini okuyanlar, tezli veya tezsiz yüksek lisans yapanlar, makale yayınlayanlar, kitap yazanlar ve dahaları. İyi kötü geçen dört yıllık lise serüvenimde bana maddi, manevi bir çok destek sağlayıp paha biçilemez değerler katan İlayda Yami Ermiş, Yasin Çetin, Ali Aslan, Yusuf Baler, Abdurrahman Tok, Fevziye Tezol, Dilek Kabal ve Sabriye Karakullukçu öğretmenlerime teşekkür ediyorum. İyi ki vardınız, sizi unutmayacağım.
Saat 02.47 ve sanırım ağlayacağım, duygulandım. Ne ara bittin ulan Sabancı. Nakil geldiğim günü biliyorum sana. Neyse bunlar hep mezun yazısına kalsın madem.
Hayatıma etki eden öğretmenlerimden bahsettim ama neden? Şu yüzden sayın okur. İyi bir öğretmen demek güzel bir bakış açısı demek, yeni ufuklar demek, edinilen bilgiler demek, öğrenilen insanlıklar demek, hal demek, hareket demek, davranış demek, bilim demek, sanat demek, kültür demek, edebiyat demek, saygı demek, emek demek, vefa demek, ruh demek, inanç demek. İyi bir öğretmen her şey demek. Çevrem bilir yıllardır şunu söyler dururum. O kapı kapandığında ortalama 25-30 tane körpe beyin sana emanet ediliyor ve o beyinleri dilediğin gibi doldurabilirsin. Bilmiyorum farkında mısınız ama bu çok muazzam bir şey. Kabul, riskli de biraz. Zira art niyetli kimseler bu fırsatı değerlendirebilir. Fakat ben onu da düşündüm. Ve diyorum ki korkmayın. Türkiye'de birileri kötülük yapacaksa bunu eğitimle yapmak aklına gelmez.
Paragrafı bitiren cümle olmasın, aman birazcık açayım diye çok uğraştım ama böylesi daha iyi. Dilerim yukarıdaki paragrafın son cümlesi çok iyi anlaşılır.
Baktığımız zaman bugün bir katil de bir yazar da bir öğretmenin elinden çıkıyor. Manen de hayli kıymetli olan bu mukaddes mesleğe erişme yolculuğum bambaşka bir yere evrildi ama vazgeçmek istemiyorum. Bundan beş altı yıl sonra öğrencilerimle dersimi işleyip öğle molasında onlarla basketbol oynayacağım, her gün çıkışta birini eve bırakıp yolda sohbet edeceğim ve dahası aktivitelerle onlara bir öğretmen, bir eğitimci nasıl oluru göstereceğim günleri iple çekiyorum.
Biraz fazla konuştum sanki bu hafta ama bu serbestliğe aşığım. Haftaya cuma doğum günüm ve ciddi manada kendimi iyi hissetmeye ihtiyacım var. Şimdilerde tuşlu telefona geçiş yapmış olmam, gündüzleri kütüphanede ve akşamları lokantada bulunmam beni epey yoruyor. Gülerek hatırlamak istediğim bu günlerimi atlatabilmek adına sevdiklerime ve dostlarıma aşırı derecede ihtiyaç duyuyorum. Ve inanıyorum da. Kaybettim ama hep değil.
"Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem."
Yeraltından Notlar - Dostoyevski
Yorumlar
Yorum Gönder