Korku her zaman saygıyı beraberinde getirmez. Birine saygı duyduğunuz için ondan korkmakla korktuğunuz için saygı duymak arasında dağlar kadar fark vardır.
Nasıl ki bir şeyi sevmek veya sempati duymak onda başarıyı mutlak getiri olarak sunmuyorsa işte öyle de hiçbir şeyler içerisinde her şeylerin sakınmışlığını ve arınmışlığını barındırır.
Bu tip aforizmavari şeyleri dillendirdiğimden midir eskisi gibi lambur lumbur yazamayışım bilmem. Ancak anlamca derin söylevlere gönül verdiğimden beri çoğu şey yolunda gitmiyor.
Üstelik şimdilerde sanki her şeyim tamammış gibi bir de sağlığımla imtihan ediliyorum. Tetkiklerce konulamayan tanıların ardında yeşeren şüphelerimle alenen meçhule uğurlanıyorum. Evet, korkuyorum. Çünkü neler oluyor bilmiyorum. Sıfır noktasındaki hayatımı yeniden dizayn etme lüksüm elimden alınsın istemiyorum. Bir kez daha en ama en önemli şeyin sağlık olduğunu anlıyorum. Hayallerimden vazgeçmeyeceğime söz veriyorum.
Her şeyi not alasım var bu aralar. Hayata dair en ufak şeyi bile kaçırmak istemiyorum. Hayır, hırs dolu bir geride kalma korkusu değil bu. Ben varlığımı gelecek nesillere armağan etmek istiyorum. Haybeye yaşayıp gitmek istemiyorum.
Ait olduğum sahnelere dönüp işin mutfağında pişmek istiyorum. İçimi gıdıklayan şey perdenin kadife dokusu değil de alkışın desibeli olsun istiyorum. Ben bu konuşma ve anlatı kabiliyetime yazık olsun istemiyorum.
Bir psikolog olmalıyımdır belki de. Ya da yurdun dört bir yanında okunan bir yazar. Bakarsın frekansların vazgeçilmez radyocusu olurum da bir dinleyen bir daha bırakamaz. Seminerlerce insan bilinçlendiren bir danışman veya bir konuşmacı da olabilirim. Yahut kitleleri başlattığı faydalı projelerle peşinden sürükleyen bir aktivist. Ya da yıllardır söylediğim gibi kalender bir öğretmen. Eğer çok istersem her şey mümkün, inanmak zor değil. Pinhani yanılmış olamaz.
Fakat korkuyorum. Sebebi çözülemeyen baygınlıklarımın hayatımı esir almasından korkuyorum. Çevrelerimce önemsenmese de kafamın içindeki şiddetli sarsıntılardan korkuyorum. Sanırım iyi değilim ve yok oluyorum.
Kendime hiç iyi bakmıyorum. Uykularım düzensiz. Beslenmelerim yetersiz ve dengesiz. Vücuduma ihtiyacı olan dinlenceyi sağlayamıyorum. Aşırı tuz ve baharat tüketiminin yanında limitsiz abur cuburla göz göre göre lades yapıyorum. Kendimi durduramıyorum.
Bir an önce bir şeyleri değiştirmeliyim biliyorum. Vücut kitle indeksim bile durumun vehametini kanıtlar nitelikte.
Duygu durum değişimlerimdeki süreklilikten söz etmiyorum bile. Müthiş umutlu veya feci bitmiş olmak istemiyorum.
Muayene olduğum onlarca doktordan çevremdeki çoğu kıymetli insana dek herkes aynı şeyi söylüyor. Stres yapma, kafaya takma, kendini sıkma, fazla düşünme.
Yemin ederim ki Goethe'nin "Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir." derken bu kadar haklı olduğunu bilmiyordum. Özür dilerim.
İlk işim bir an önce dengeli beslenme ve uyku düzeni. Bunları oturttuktan sonra ise ekonomik özgürlüğümü edinme yolumda kütüphanede bayılıp ambulansla kaldırıldığım hastanede uyanarak sekteye uğrattığım KPSS çalışmalarımı rayına koymak. Elbette bu işin peşine düşeceğim. Hastaysam da hastayım. Tedavi olmam gerekiyorsa da buna hazırım. Ben bir başıma karış karış gezdiğim bu şehirde yanımda biri olmadan adım atamamak istemiyorum. Tuvalete girdiğimde içeride bir şey olursa insanlar bana ulaşsın diye kapıyı kilitlememek istemiyorum.
Sonrasını da sonra düşünürüz. Önce bu 2 hayati meseleyi halledelim bakalım. 17 Ağustos 1999 depremi olmak üzere daha bahsetmek istediğim çok şey var ama kısa kesmek durumundayım çünkü beynimin içinde sarsılmalar yaşanıyor. Ekran parlaklığı ve ses beni etkiliyor olabilir. Bir an önce bu durum hakkında yeterli bilgiye sahip olmak ve yapılması gerekenlerin yapılması için elimden geleni yapacağım.
Korkuyorum ama mücadele edeceğim. Bu benim ilk sınavım değil son da olmayacak. Sosyal mecralara uzaklığımdan kaynaklı iletişimsizliklerimi karşılıklı yanıtsız bırakan çevrelerime de kırgınım. Oysa buraya gelip yazılarımı okusalar halimden haberdar olup yanımda olma eğiliminde bulunabilirlerdi. Her şeyi tek başına atlatamıyor insan. Bazen bir desteğe ihtiyaç duyuyor. Bu ince bir sitemdir. Dilerim sahipleri anlarlar.
Son olarak bir tavsiye. Lütfen ama lütfen çocukluk fotoğrafını kimseye verme sevgili okur. Çok samimi söylüyorum bunu bak. İki buçuk yıldır yayın yaparım burada şu sözümü dinle nolur. Çocukluk fotoğrafı gibi kıymetli, değerli bir şeyi kimseye verme.
Ayrılmamız zor olmasa gerek
İki belki de üç kelime kafi
Ya sonra, sensizlik zor mu
Zor, dokunduğum seni hayal bile edememek
Sana benzeyen çok kadın var
Öyle değil mi kuzgun karası saçlar
O gözler yalnız sende olamaz belki de
Birbirimizi daha fazla kırmamak en iyisi
*Yayının sonunda bulunan şiir Pazar Kahvaltısı formatının şimdilik son bölümü hükmünde olup Ahmet İlhan'a aittir.
Başta sağlığım olmak üzere hayatımı yoluna koyana dek buralardan uzaklaşmak mecburiyetindeyim. Kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın.
Elveda.
Eyvallah.
Nasıl ki bir şeyi sevmek veya sempati duymak onda başarıyı mutlak getiri olarak sunmuyorsa işte öyle de hiçbir şeyler içerisinde her şeylerin sakınmışlığını ve arınmışlığını barındırır.
Bu tip aforizmavari şeyleri dillendirdiğimden midir eskisi gibi lambur lumbur yazamayışım bilmem. Ancak anlamca derin söylevlere gönül verdiğimden beri çoğu şey yolunda gitmiyor.
Üstelik şimdilerde sanki her şeyim tamammış gibi bir de sağlığımla imtihan ediliyorum. Tetkiklerce konulamayan tanıların ardında yeşeren şüphelerimle alenen meçhule uğurlanıyorum. Evet, korkuyorum. Çünkü neler oluyor bilmiyorum. Sıfır noktasındaki hayatımı yeniden dizayn etme lüksüm elimden alınsın istemiyorum. Bir kez daha en ama en önemli şeyin sağlık olduğunu anlıyorum. Hayallerimden vazgeçmeyeceğime söz veriyorum.
Her şeyi not alasım var bu aralar. Hayata dair en ufak şeyi bile kaçırmak istemiyorum. Hayır, hırs dolu bir geride kalma korkusu değil bu. Ben varlığımı gelecek nesillere armağan etmek istiyorum. Haybeye yaşayıp gitmek istemiyorum.
Ait olduğum sahnelere dönüp işin mutfağında pişmek istiyorum. İçimi gıdıklayan şey perdenin kadife dokusu değil de alkışın desibeli olsun istiyorum. Ben bu konuşma ve anlatı kabiliyetime yazık olsun istemiyorum.
Bir psikolog olmalıyımdır belki de. Ya da yurdun dört bir yanında okunan bir yazar. Bakarsın frekansların vazgeçilmez radyocusu olurum da bir dinleyen bir daha bırakamaz. Seminerlerce insan bilinçlendiren bir danışman veya bir konuşmacı da olabilirim. Yahut kitleleri başlattığı faydalı projelerle peşinden sürükleyen bir aktivist. Ya da yıllardır söylediğim gibi kalender bir öğretmen. Eğer çok istersem her şey mümkün, inanmak zor değil. Pinhani yanılmış olamaz.
Fakat korkuyorum. Sebebi çözülemeyen baygınlıklarımın hayatımı esir almasından korkuyorum. Çevrelerimce önemsenmese de kafamın içindeki şiddetli sarsıntılardan korkuyorum. Sanırım iyi değilim ve yok oluyorum.
Kendime hiç iyi bakmıyorum. Uykularım düzensiz. Beslenmelerim yetersiz ve dengesiz. Vücuduma ihtiyacı olan dinlenceyi sağlayamıyorum. Aşırı tuz ve baharat tüketiminin yanında limitsiz abur cuburla göz göre göre lades yapıyorum. Kendimi durduramıyorum.
Bir an önce bir şeyleri değiştirmeliyim biliyorum. Vücut kitle indeksim bile durumun vehametini kanıtlar nitelikte.
Duygu durum değişimlerimdeki süreklilikten söz etmiyorum bile. Müthiş umutlu veya feci bitmiş olmak istemiyorum.
Muayene olduğum onlarca doktordan çevremdeki çoğu kıymetli insana dek herkes aynı şeyi söylüyor. Stres yapma, kafaya takma, kendini sıkma, fazla düşünme.
Yemin ederim ki Goethe'nin "Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir." derken bu kadar haklı olduğunu bilmiyordum. Özür dilerim.
İlk işim bir an önce dengeli beslenme ve uyku düzeni. Bunları oturttuktan sonra ise ekonomik özgürlüğümü edinme yolumda kütüphanede bayılıp ambulansla kaldırıldığım hastanede uyanarak sekteye uğrattığım KPSS çalışmalarımı rayına koymak. Elbette bu işin peşine düşeceğim. Hastaysam da hastayım. Tedavi olmam gerekiyorsa da buna hazırım. Ben bir başıma karış karış gezdiğim bu şehirde yanımda biri olmadan adım atamamak istemiyorum. Tuvalete girdiğimde içeride bir şey olursa insanlar bana ulaşsın diye kapıyı kilitlememek istemiyorum.
Sonrasını da sonra düşünürüz. Önce bu 2 hayati meseleyi halledelim bakalım. 17 Ağustos 1999 depremi olmak üzere daha bahsetmek istediğim çok şey var ama kısa kesmek durumundayım çünkü beynimin içinde sarsılmalar yaşanıyor. Ekran parlaklığı ve ses beni etkiliyor olabilir. Bir an önce bu durum hakkında yeterli bilgiye sahip olmak ve yapılması gerekenlerin yapılması için elimden geleni yapacağım.
Korkuyorum ama mücadele edeceğim. Bu benim ilk sınavım değil son da olmayacak. Sosyal mecralara uzaklığımdan kaynaklı iletişimsizliklerimi karşılıklı yanıtsız bırakan çevrelerime de kırgınım. Oysa buraya gelip yazılarımı okusalar halimden haberdar olup yanımda olma eğiliminde bulunabilirlerdi. Her şeyi tek başına atlatamıyor insan. Bazen bir desteğe ihtiyaç duyuyor. Bu ince bir sitemdir. Dilerim sahipleri anlarlar.
Son olarak bir tavsiye. Lütfen ama lütfen çocukluk fotoğrafını kimseye verme sevgili okur. Çok samimi söylüyorum bunu bak. İki buçuk yıldır yayın yaparım burada şu sözümü dinle nolur. Çocukluk fotoğrafı gibi kıymetli, değerli bir şeyi kimseye verme.
Ayrılmamız zor olmasa gerek
İki belki de üç kelime kafi
Ya sonra, sensizlik zor mu
Zor, dokunduğum seni hayal bile edememek
Sana benzeyen çok kadın var
Öyle değil mi kuzgun karası saçlar
O gözler yalnız sende olamaz belki de
Birbirimizi daha fazla kırmamak en iyisi
*Yayının sonunda bulunan şiir Pazar Kahvaltısı formatının şimdilik son bölümü hükmünde olup Ahmet İlhan'a aittir.
Başta sağlığım olmak üzere hayatımı yoluna koyana dek buralardan uzaklaşmak mecburiyetindeyim. Kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın.
Elveda.
Eyvallah.
Yorumlar
Yorum Gönder