Ben Mezun Oldum!

Doğrusu bu yazıya nasıl başlamam gerektiğini bilmiyorum. Vakitlice yaşımdan epey büyük cümleler kurabilmiş olsam da ölene dek unutamayacağım anılara ev sahipliği yapan okuluma veda etmeyi beceremiyorum.

(Yazı boyunca neredeyse hiç görsel kullanmayacağım. En sonda hepsi albüm tarzı bir şey oluştursun istedim.)

Hayli olaylı bir sekizinci sınıf geçirmiş ve o zaman adı TEOG olan liseye geçiş sınavından 426 puan almıştım. Kapasitemin altında kaldığımı iddia eden hocalarım ve ortaokul yetmezmiş gibi imam hatip lisesine devam etmem için ince telkinlerde bulunan ebeveynlerim bir tarafta dursun ben ise yaşayacağım şeylerin hayalinde kayboluyordum.

Merkezi yerleştirme ile 14 okuldan sonuncu tercihim olan Bahçeşehir Atatürk Anadolu Lisesi'ne yerleşmiştim. Pişman değildim ama yol gözüme geliyordu. Arka bahçesinin dizaynından ve binasının iç mimarisinden etkilendiğim okulda fazla kalamadım. Zira her sabah saat 06.00'da kalkıp Pelican Mall AVM durağından 146 hat numaralı otobüse binip tam tamına 40 durak gitmek ve aynı ceremeyi bir de eve gelirken çekmek akıl karı olmazdı. Soluğu 'En iyi lise, evine en yakın olandır.' mottosuna sahip abimin yanında aldım. Avcılar'da gidilebilecek okulları araştırdım ve puanımın yeterliliği, evime yakınlığı, eğitim kadrosu gibi hususlarda birinciliği göğüsleyen bir Sabancı gördüm.

Aslında her Avcılarlı gibi Sabancı'ya hatta İnsa'ya aşinaydım. İlk öğrenimimi Abdulkadir Uztürk İlköğretim Okulu'nda tamamladığımdan her gün önünden geçerdim İnsa'nın. O zamanlar garip gureba bir yerdi. Kapısından polis eksik olmaz, öğrencilerinin çoğunluğu gerek idare gerekse semt sakinleri tarafından umutsuz vaka olarak karşılanırdı. Fakat artık eskisi gibi değildi. Birileri bir şeyleri değiştirmeyi başarmış, okul puanı yükseltilmiş, ilçe ve il bazında başarılar elde edilmiş, okulun içerisi günden güne öğrencilere hizmet eden bir hale getirilmişti.

Sabancı'ya ilk girdiğim günü hatırlıyorum. Herkes dersteydi ve o gün ilk kez tek başıma bütün bahçeyi dolaştım. Dört yılda ise her taşını ezberledim o devasa bahçenin. Metrobüsün dibinde bulunan ufak binaya girip ağır adımlarla üst kata çıktım. Müdür Yardımcısı Cihangir Hoca kendimi takdim edişimin üstüne izah ettiğim nakil onayına 'Geçmiş olsun.' yanıtını verdi ve yaklaşık 2 aylık Bahçeşehir maceramdan sonra Sabancı hikayesi resmen başlamış oldu.

C, I ve İ şubelerinde son iki yılı İngilizce üzerine olmak üzere dört yıllık harikulade bir eğitim aldım Sabancı'da. Başından beri hep daha fazlasını aradım. Bilip bulamadığım da oldu, bulup bilemediğim de. Bir dolu insan tanıdım. Kimileri en kadim dostlarım oldu. Birisine gönlümü verdim. İlk kez aşık oldum, ilk kez karnımda dövüşen kelebeklerin sebebi açlık değildi.

Çokça hata yaptım, girdiğim ortamların neredeyse hepsinde isteyerek ya da istemeyerek ilgi çektim. Sürekli anlattım. Birilerine bir şeyleri anlatma huyumu bende kalıcı kılan yegane yerdi Sabancı. Dini meselelerden siyasi sorunlara, akademik düşüncelerden kültür sanat faaliyetlerine kadar her şeye el, kol ve dil uzattım. Zaman zaman pişman oldum. Ağladığım da oldu pek tabi. Ancak güzel bir dört yıl geçirdiğimi düşünüyorum.

Onuncu sınıfta okul başkanlığına adaylığımı koymuştum. Bir kaç arkadaş toplanıp 'yapalım mı lan?' diye gazlanıp adını hatırlamadığım bir dersin son 15 dakikasında konuşmamı hazırlayıp teneffüste idareye gitmiştik. Anadolu'nun bağrından kopup yedi tepeli şehrin karmaşasına gark olmuş biri diye tanıtıyordum kendimi. Vaatlerimden çok hitabetim ilgi çekiyordu. Kitlelere ulaşabildiğimi alenen ilk kez gördüğüm yerdi seçim propagandalarım. Nihayetinde seçimi kazanamadım. Hatta yanılmıyorsam 6 aday arasından dördüncü mü ne olmuştum. Fakat seçimden çok daha fazla şey kazanmıştım. İnsan, güven, inanç, saygı ve değer kazanmıştım. Ömrümü bunları kaybetmemeye adayabilirdim. Öyle de oldu. 

Yavaş yavaş bütün okul tarafından tanınırken son sınıflarla yaptığımız bir futbol maçında kolumu kırdım. Bu Sabancı'da yaşadığım tek kırık olayı değildi. İlerleyen zamanların birinde basketbol oynarken de burnumu kırmıştım. Aslında spor konusunda o kadar da beceriksiz biri değilim ama sanırım sadece yazsam daha uzun süre hayatta kalabilirim. 

Bir buçuk aylık alçı süresine ve beni gördüğünde 'Geçmiş olsun Anadolu'nun bağrından kopup gelen çocuk!' diye seslenenlere daha fazla kayıtsız kalamadım. Kolum askılıkta onca sızıyla, sancıyla 'Ben sanat yapmak istiyorum.' dedim. Bir derdim vardı. Anlatmalıydım, göstermeliydim. Bir kulüp kurdum. İnsanların burada kendilerinin değerli olduklarını görmelerini istediğimden sağ kolum alçıdayken sol elle bilgisayar kullanmayı öğrendim. Kulübümün her üyesine özel hoş geldin mesajı yazdım. Üyeler benliklerine verilen değeri görünce bana ve bu işe olan inançları arttı. Tiyatro kulübümü toplantılarla demokratik bir hale getiriyor ve kararlarda oluşan fikir ayrılıklarıyla çoğu insana ilk kez ortak paydada buluşabilmeyi tattırıyorduk. Herkes bu işin içinde yer almak istediği alanları seçti. Oyuncu, reji, makyöz, suflör, senarist ve dahası.

Bir çok ortak çalışma düzenledik ve pek kıymetli işlere imza attık. Düzenlediğimiz sosyal sorumluluk projesi sayesinde ekip arkadaşlarımızın da çabalarıyla üç dört gün gibi bir süre zarfında yanılmıyorsam 1.600 lira kadar bir para topladık. Belediye ile iş birliği yapıp Avcılar'da ihtiyaç sahibi ailelerin 24 çocuğunu giydirdik. 10 adet hayvan barınağı aldık ve Bihter sağ olsun ellişer kilo kedi ve köpek mamasını semtin her yanına dağıttı. Kapların üzerine yapıştırdığımız sticker hala gözümün önünde. Kaç zaman geçti ama çocuklar için aldığımız kıyafetlerin fişinden tutun da kulübe giriş için üyelerin kişisel bilgilerini doldurduğu ve bir kaç soruyu yanıtladığı şahıslarına münhasır formlara kadar hepsi özenle saklanmış vaziyette.

İşin üzücü yanı böyle kıymetli insanlarla yapılan bunca güzel şeye rağmen bir tek tiyatro yapamadık. Kendimiz oyun yazalım dedik olmadı, yazılmışı oynayalım dedik olmadı, bize tiyatro yapmak için bir bütçe lazım dedik para ödüllü bir kısa film yarışmasına girdik olmadı. Yani ne yaptıysak yaptık da bir tek o en başından beri hayalini kurduğumuz sahnenin tozunu yutamadık, alkışı duyamadık. Bireysel hatalarım varsa o güzel insanlardan özür dilerim. Lakin vicdanımın bugüne dek tek bir kez bile beni bu konuda yoklamamasını o zamanlarda elimden geleni fazlasıyla yapmış olmama yoruyorum. Uzun lafın kısası Anadolu'nun bağrından kopup gelen çocuğun kırık koluyla başvuruları başlattığı, alımlardan sonra komedi şovu tadında toplantılar yaptığı, harikulade insanlarla tanıştığı, vakitlice kalender dostluklar edindiği, lise hayatının ilk tam prodüksiyonlu işi "Vâreste Düşler" her güzel şeyin sonu olduğuna hizmet edip aramızdan ayrıldı. Vallahi gözlerim doldu, ağlayacağım. Hoşça kal Vâreste Düşler.

Eli kolu da çenesi gibi rahat durmayan bu yazar arkadaşınız pek tabi bununla yetinmedi. Resmi programlarda tiyatro oyunculuğundan tutun da sunuculuğa, şarkı türkü söylemekten şiir okumaya dek her bir işe zevkle koştum. Bu uğurda en duygulandığım an ise programda okuduğum şiirden etkilenip hüngür hüngür ağlayan ve sonrasında beni Muharip Gaziler Derneği Avcılar Temsilciliği'nde dualar ve iyi dileklerle karşılayıp övgülere boğan muhterem gazilerdi. Program sonrası derneğe gittiğimizde tok sesli, heybetli bir adam 'O şiiri okuyan kimdi? Bir gelsin bakalım.' diye seslenince oldukça ürkmüştüm. Sonrasında söyledikleri her şeyde gururum okşanmakla beraber kendime bir çok sorumluluk daha yüklemiş bulundum.

Lise serüveni hiç hız kesmeden devam etti. İlk kavgam, ilk saygısızlığım, ilk makam tanımazlığım başımı çokça derde soktu. Pek tabi bu okulun da disiplinini ziyarette bulundum. Sonrasında kendimi aklayıp paklamayı da bildim.

E malumunuz yine lise zamanında Boş Meşgale'yi hayata geçirdim. Sayesinde Bahçeşehir Üniversitesi'ne ve Yıldız Teknik Üniversitesi'ne konuk oldum. Onlarca radyocu, yazar, bilim insanı, müzisyen, oyuncu, ressam ve dahalarıyla tanıştım. Kendimi tanıdım ve tanımaya da devam ediyorum.

Yüreğim bolca sevgi ürettiğinden Karl Marx'a göre de gayet başarılı bir üreticiydim. Lakin tüm lise hayatım üretimle geçmedi. Tüketim safhalarında ömür törpüleyip dengesiz beslenmeden uyku düzensizliğine dek bir çok alanda çeşitli minik sağlık sorunları yaşadım. Yemekleri tuzsuz ve baharatsız yemek zorunda olduğum dönemleri hatırlıyorum. Çayın yasak olduğu ve onun yerine okey masalarında limonlu ılık su içtiğim günleri. Hey gidi bee.

Ah bir de dostlarım. Hakiki anlamda yetersiz kalıyor kelimelerim. Ne söylesem ulaşmıyor onların iyiliklerine, mertliklerine, güvenlerine, kardeşliklerine. Çok zor günlerden geçtim. Ben de ailem de yaşam denen uçurumun kıyısında sallandık. Hiçbir zaman yalnız bırakmadılar beni. Her kötü günümde yanımda oldular. Sadece kötü günümde de değil. İyi günümde mutluluğumu çoğaltmayı da bildiler.

Parayı bulup krallar gibi yediğimiz, içtiğimiz, gezdiğimiz de oldu. İki üç liraya bir kıymalı katmeri bölüştüğümüz de. Ne olursa olsun samimiyetten vazgeçmedik. Birbirimize yalan söylemedik. Dürüst olduk. Bazen kendi içimizde çatıştık ama asla dışarıya aman vermedik. Her daim ardımızda birimizin varlığını hissettik. Sadece sınıf arkadaşı değil bir çok kez kader arkadaşı olduk. Güldük, ağladık, eğlendik, üzüldük, düşündük, planladık, kaybettik, kazandık, vazgeçtik, yorulduk, pes ettik, ayaklandık, duraksadık, umutlandık...

Hep hareket halindeydik, her anın kıymeti bilmeye özen gösterdik. O kadar naif, iyi kalpli, özü sözü bir insanlar biriktirdim ki Sabancı'da anlatsam harbiden roman olur. Beraber işlediğimiz vukuatlar, son zamanlarda artan sahil oturmaları, efsane Ankara gezisi, boş ders maceraları ve daha aklıma gelmeyen onlarca enfes tecrübe.

Sabancı dedik de peki ya eğitimcileri? Daima her yönden iyi birer insan olmamızı isteyen ve bizlere saygıyı, sevgiyi, merhameti, adaleti, hoşgörüyü, alçak gönüllülüğü, azmi, başarmanın anahtarını aşılayan o muhteşem şahsiyetler. Bize sanattan, ilimden, kültürden, psikolojiden, evrenden, siyasetten, tarihten bahseden o güzel insanlar. Hakkınız ödenmez, kusurlarım adına özür dilerim. Çoğu zaman her biriniz bir öğretmenden fazlası olmaktan geri durmadınız. Abi, abla diye hitap edebileceğim öğretmenlerim olduğu için çok şanslıyım.

O halde yazının sonuna doğru Sabancı'nın en üst seviye anısından bahsedeyim. Bir gün dersten itfaiyeyle kaçtım. Evet ya, vallahi şaka değil. O zamanlar 11. sınıf öğrencisiyiz. Ders pek tabi dilci olduğumuzdan mütevellit İngiliççe. Ve İlayda Hoca da sağ olsun ilk dönemler ilerde sıkıntı çekmeyelim diye epey yazı yazdırıyordu. Dersler zaten blok, 80 dakika. İnsanın canı çıkıyor, e bir de onca yazı yazınca dayanılmaz bir hal alıyordu. Benim tabi aklımın yine başka yerlerde olduğu bir zaman diliminde defterlerimize yazı yazarken bahçeye bir baktım bir itfaiye aracı. Durdular, kuruldular falan e belli ki tatbikat yapılacak. Tabi yönetim hemen dokuz ve onları çağırmış ben dersten izleyeyim anca. Nasıl da bunalmışım ama yalan yok. Sonra baktım itfaiyenin merdiveni yükselmeye başladı. Ben de çaktırmadan açtım camı itfaiyeci abiye el hareketi yaptım buraya gel anlamında. E tabi kapattım camı ve devam ettim yazmaya. Ben nerden bileyim gelecek. İki üç dakika geçti geçmedi biri camı tıkladı. Bir baktım itfaiyeci abi ve itfaiye şeysi. Gülüyoruz ama nasıl şaşkınız. Valla hocam ben çıkıyorum dedim. Bir ufak arbedeyle binmiş bulunduk itfaiye şeysine. Ulan arkamı döndüm bir baktım. Okulun üçüncü katında bulunan sınıfım benim altımda kalıyor. Arkadaşlarım bana bakıyor ve kahkahalar atıyoruz. Sağ salim yavaştan aşağıya inerken siyasetçi gibi halkımı da selamladım tabi. Ondan sonrasında mutluluktan paytak paytak sınıfıma geri geldim. Bu da torunlarıma dahi anlatabileceğim derecede eğlenceli bir anımdır işte. Hayat kısa, Mustafa uçuyor.

Hayatımda oldukları için kendimi inanılmaz şanslı hissettiğim isimlere özel teşekkürlerimle yazıyı noktalıyor ve siz okurlarımı sona eren Sabancı yolculuğumdan geride kalan güzel hatıralarla baş başa bırakıyorum.

*Teşekkürler esnasında değer sırası gözetilmemiştir. Çünkü buraya adı geçen herkesin başımın üstünde yeri vardır.

Kadir kıymet bilenlerin hası Dede'ye

Atakan hırkalı Çınar Ağacım'a

Çılgın fikirlerle dolu tüccar Meli'ye

Anı yaşayalım diye hiç fotoğrafımızın olmadığı Sülocan'a

Birlikte şekerpare fiyatlarına sövdüğümüz Göçke'ye

İsmet sıfatlı (!) günahsız Hz. Metin'e

Kıyak giyimli Suriye Saçlım'a

Alfa adam Ali Hoca'ya

Kötü Polis İlayda Hoca'ya

Kral kere kral Yasin Reis'e

Ahsen'e, İnci'ye, Hilal'e, Emir'e, Sude'ye, Nisa'ya, Deniz'e, Zeyno'ya, Ahmet'e, Melis'e, Kadam'a, Cemre'ye, Ado'ya, Alper'e, Nazlıcan'a, Burak'a, Yahya'ya, İrem'e, Zübeyde'ye ve hatırlayamadığım varsa onlar da dahil olmak üzere Sabancı yolculuğumda bana eşlik eden herkese teşekkür ederim. İyi ki varsınız. 

Acısıyla tatlısıyla hibe ettiğim dört koca yıl. Boğazıma düğümleniyor sözcükler ama eyvallah Sabancı. Bana kattığın her şey için. Her şey. İyi ki vardın. Elveda.















































Yorumlar

  1. Aa bir fotoğrafımız yok muymuş? Yolun açık olsun evlat...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumu yapan kişinin siz olduğundan emindim ancak yine de ekibe danışmak istedim. Evlat diyorsa İlayda Hoca'dır dediler. Bu çok manidar bir bilinç. Bize çok şey kattınız hocam, hakkınızı ödeyemeyiz. Var olun. İyi dilekleriniz için teşekkürler. En kısa zamanda ziyaretinize gelmek ümidiyle :)

      Sil
  2. Yaptığın esprilere gülmekten ağzımın ağrıdığı zamanlar çok oldu, dediklerinin hiçbirine katılmadığım zamanlar da ...(ki hep anlıyordun)Her şeye rağmen canın sıkıldığında yazacağın kişi olmak güzel. Yolun hep açık olsun!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İşimin rakamlarla değil de insanlarla olduğunu fark ettiğimden beri gülemediğim kadar güldürmeye, düşünemediğim kadar düşündürmeye çalışıyorum. Sanırım bu konuda biraz iyiyim de . Kim olduğunu bilmek isterdim çünkü sildiğin yorumun daha çok hoşuma gitti. Güzel temennilerin için teşekkür ederim, var ol :)

      Sil

Yorum Gönder