Herkese her şeyi anlatmam lazım ama kimsenin umurunda değilim. İlk cümleden de anlaşılacağı üzere bugün biraz dertleşeceğiz. Hoş geldiniz.
Geçtiğimiz Cuma sabahı bana çaba sarf ettiğim işlerin hiçbirinde başarılı olamamam için beddua eden annem dahi buralara kadar tamamen onun dualarıyla geldiğime inanıyor. Bense dişimle tırnağımla kazıyarak geldiğimi pek tabi biliyorum. Ancak dilerim o yanılıyordur. Çünkü hakkımda duyduğum son duası 6.5 aydır kendimi paramparça ettiğim memurluk mevzuları için inşallah hiçbir yer gelmez oldu.
Bazen bu bütün yaptıklarım için boşunaymış gibi bir hisse kapılıyorum. Haftalar, aylar ve hatta yıllardır verdiğim emekler boşuna, yaptığım araştırmalar boşuna, harcadığım mesai boşuna, kafa patlatmalarım boşuna gibi hissediyorum. Bunda hiç şüphesiz temel düşüncemin değişmesi de rol oynuyor. Eskiden Boş Meşgale için amacım tanınmak, bilinmek, şöhret olmak değil 50, 60 yıl sonra geriye dönüp baktığımda keşke demeyeceğim ve genç Mustafa'yı hatırlayabileceğim bir alanım olsun yeter derdim. Lakin işler büyüdükçe, farklı insanların radarına girdikçe, yeni projeler ürettikçe bilinmek istediğimi fark ettim. Bu arsız bir ünlü olma arzusu falan değildi. Zira tek dileğim ortaya koyduğum eserlerin hak ettiği ilgiyi görmesiydi. Ben metrobüs tutamaçlarına kartvizit bırakırken, okul gruplarında haftanın yayınını paylaşırken bir baktım ki kendilerine en çok inandığım insanlar bırakın yazımı okumayı siteye girmiyorlar bile. Bundan yalnızca üzülmekle sıyrılsam iyiydi lakin kıymet verdiği insanlara dair her şeyi en ince ayrıntısına kadar takan detaycı bir beyne sahip olduğumdan günlerce düşünmeden edemedim.
Nihayetinde kimi zaman değerimin bilinmediğini, kimi zaman yaptığım işin ehemmiyetinin ve başarılarımın büyüklüğünün görülmediğini düşünüyorum. Ve sanırım cevherimin fark edilmediğini de. Kendi adıma korkmuyorum bundan. Aksine öylesine bir ahvalde benden mahrum kalacağınız için size üzülüyorum.
Bence ben sıradan biri değilim. Çocukluğumdan beri bana monte edilen egoist yaftası o kadar rahatsız edici olmaya başlamıştı ki artık bu lekeden kurtulmak için salak bir mütevazılığa yöneliyordum. Sınıfın en iyisi, akrabaların en beyefendisi, mahallenin en dürüstü, çocukların en büyümüş de küçülmüşü oluyordum. Üstelik bunu bana söyleyenler de onlardı. Lakin bu ve dahası somut güzellikleri ben ne zaman ifade etsem egoist, kendini beğenmiş, bencil derlerdi. Bu oyunu idrak edebilecek akla sahip olduğum çocukluk yıllarım insanların beni sırf başarılıyım diye ezmesine kadar giden saçma bir yola evrildi. Olanların saçmalığını kabullenmem ve bir şeyde iyiysem iyiyim demenin yanlış olmadığını görmemse beni bugüne getirdi.
Hala bilmediği konularda konuşmayan biriyim, bu konuda olması gerekenim. Hala beni memleketime, tipime, fiziksel özelliklerime, hobilerime ve hayallerime göre yargılasanız da size duvarlar örmek yerine yaftalarınızın yanlışlığını anlatmaya çalışan biriyim, ben örneğim. İdealistim, imkansızım, iddiayım.
Gündemde selam durulması gerekenler var. Onlara olan görevimizi içtenlikle yerine getirelim sonrasında yine karşılıklı oturacağız.
Gerçek sanatçı beyaz perdede ya da televizyonda gözükmekle kalmaz çoğu vakit dizine nasihat dokunuşu yapar, sırtını sıvazlar, saçını okşar. Ve az bilgime güvendiğim kanaatimce bu durum temeli tiyatro olan isimlerde karşımıza çıkıyor. Tiyatroculuk için hatrı sayılır çabalar gösteren ve sahne tozunu bolca yutan kalender bir adamdı Rasim Öztekin. Muzo'dan Fehmi'ye, Bob Marley Faruk'tan Kuddusi Baba'ya, İsmail'den Cavit'e dek dahası bir çok dizi, sinema ve tiyatro oyunuyla aileden biri gibi olmayı başaran hakiki bir oyuncu. Rasim Öztekin. Mekanın cennet olsun Rasim Abi. Allah rahmet eylesin.
İsmet İnönü'nün önerisi üzerine bağımsızlık bilincini oturtmak ve milli farkındalığı kuvvetlendirmek amacıyla düzenlenen milli marş yarışmasında bu sıfata uygun görülmeyen 724 şiirin ardından başkentte Tacettin Dergahı'nda gecesini gündüz edip ödülü dahi almayan müthiş karakterli bir adam ortaya çıktı. Ersoy tarafından Kahraman Ordumuza adıyla kaleme alınan şiir 12 Mart 1921 tarihli meclis toplantısında okunup çok beğenilince İstiklal Marşı olarak kabul edildi. Geçtiğimiz günlerde kabulünün 100. yılını kutladığımız İstiklal Marşı için bu şaheseri bizlere sunan Mehmet Akif Ersoy'a, tek notasını duysak ayaklanacağımız bestesiyle akıllarımıza kazıyan Osman Zeki Üngör'e ve pek tabi daha önemlisi Anadolu'da Milli Mücadele esnasında bayrağı kanla renklendiren o şanlı askerlere teşekkür, saygı, rahmet ve minnet duygularımızla...
Ve Tıp Bayramı. Vakitlice bütün disiplini ve yöntemleri alt üst olan Yeniçeri Ocağı gavur padişah lakaplı 2. Mahmut tarafından kapatılır ve yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusu kurulur. Yeni ordunun cerrah ihtiyacını karşılamak adına 21 yaşındaki başhekim Mustafa Behçet padişahtan bir tıp okulu kurmak için izin ister. Olumlu dönüt sonrası takvimler 14 Mart 1827 tarihini gösterdiğinde Şehzadebaşında bulunan Tulumbacıbaşı konağında Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adlı ilk tıp okulumuz kurulur. İlk kutlamanın yapıldığı 1919 yılında İstanbul İngiliz işgali altındadır. O dönem üçüncü sınıf öğrencisi olan Tıbbiyeli Hikmet yıllar sonra Sivas Kongresi'ne delege olarak katılmadan önce işgale rağmen bayramı paşalar gibi kutlamak ve aynı anda işgali de protesto etmek adına liderliği üstlenmiş. Sonrasında okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk bayrağı yerleştirilerek hem Tıp Bayramı kutlanmış hem de İngilizlerin hedefinde olan talebe lideri Hikmet diğer talebeler tarafından kurtarılmış. İşte Atatürk'e eğer mandayı kabul edecek olursanız sizi vatan batırıcısı ilan edip lanetleriz diyebilecek kadar istiklal sevdalısı bir adam Tıbbiyeli Hekim. O yüzden 14 Mart Türk hekimlerimizin İstanbul'da başlattığı işgal karşıtı bir mücadele hikayesidir. Unutulmamalıdır, devam ettirilmelidir.
Bu olayın nezdinde son bir yıldır bizler için canını hiçe sayan, sevdiceğine veya yavrucağına sarılamayan, ölümle her gün burun buruna gelen haklarının gerçekten de ödenmediği sağlık ordumuzun tıp bayramını kutluyorum. Doktorundan hemşiresine, cerrahından intörnüne, başhekimden hasta bakıcıya, eczacıdan ambulans ekiplerine ve dahası adını dahi bilmediğimiz tüm sağlık birimlerine teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.
Hadi inceden bitirelim madem.
10 yıl sonraki Mustafa'yı gerçekten çok merak ediyorum. Acaba hayata dair fikirleri ne, neler öğrendi, ne yapıyor? Yabancı dizi ve film sorunsalını çözüp çözmediğini, diyetlerinde hala istikrarlı olup olmadığını, her güzel gelişmeyi sağa sola duyurarak olmasını engelleyip engellemediğini ve bir kişiyi sevdiğinde onun tarafından sevilip sevilmediğini merak ediyorum.
Umarım asla sıradan olmamıştır. Umarım girdiği her ortamda farklılığıyla hep göz doldurmuştur. Eminim yıllar ondan ne götürecekse bir o kadar da getirecek. Bundan 10 yıl sonrası için en az 500 kitap okuyup memleketi karış karış gezen ve en az 5 farklı ülke gören bir Mustafa hayal ediyorum. Bir kaç dil bildiğini, hala kaybetse dahi savaşabildiğini, o kadim ve naif dost kimliğinden hiçbir şey kaybetmeyip aksine üstünü tamamladığını hayal ediyorum.
Belki kitabı üçüncü baskıya girmiştir bile. Peki ya radyo programı? Söylemedi mi yoksa size? Tutturmuş garip bir konsept diye işte. Ama iyi gidiyormuş. Hafta sonunu göğüslüyor diyorlar radyoda onun için. Bir tiyatroda oynuyormuş biliyor musunuz? Aslında kendisi yazıp yönetiyormuş ama gençliğindeki egoist korkusundan ötürü oyunu servis ederken anonim demeyi tercih etmiş. Arada bir Attila İlhan'ın mezarından İstanbul'a küfürler edermiş. Canı sıkıldıkça Neşet Ertaş'ın kabrine gidermiş. Kimseye söylemiyor ama hala geceleri mutfağa gidip soğuk süte bisküvi batırırmış.
Şubat ayının son yayınında sizden benim için kıymetli olan bir gelişmeyle alakalı dua ve güzel dilekler istemiştim. Kalpleriniz gerçekten temizmiş ki olay ihtiyacım olduğu gibi vuku buldu. Yarın sabah da maddeten çok ufak ve kısa ancak hakikaten önem arz eden bir imtihanla karşılaşacağım. Bu kardeşinize, arkadaşınıza, dostunuza güzel dileklerde bulunup bolca dualar ederseniz pek makbule geçer efendim.
Hadi eyvallah.
Yorumlar
Yorum Gönder