Malumunuz bu geçtiğimiz Perşembe günü 21. yüzyılın, 21. yılının, 21. günüydü. Telefon numarası da 21 21 ile biten bir zat olduğumdan çok da nadir denk gelen bu olay adına yahu dedim hani o güne özel bir paylaşım yapayım. Instagram'a bir gönderi atayım ve ardından altına da uzunca dileklerimi yazayım. Veya yıllar sonraki Mustafa için bir mektup iliştireyim. Çünkü bilirsiniz ben severim öyle antin kuntin işlere bolca anlam yüklemeyi. Mütemadiyen hayat felsefesini değiştiren biri olarak da yine bu üçlü kombinasyon gününe özgür bir yol çizecektim kendime. Ve elbette o yolda yürümeyi bırakın daha o yola giremeden hayat başka bir kozunu oynayacaktı. Lakin tüm bunlar gerçekleşemeden işin henüz paylaşım kısmında bir baktım galerime ve yükleyebilecek herhangi bir fotoğrafım olmadığını fark ettim. Zaten yaşantı biçimi olarak da çok fotoğraf çeken biri değilim ama son zamanlara dair paylaşacak bir fotoğrafımın olmaması durumuna harbiden içerledim.
*Yazıları 2.5 yılı aşkın süredir olduğu gibi Pazar gecesi yayınlama konusundaki hassasiyetim malum. Ancak dün akşam saatlerinde masamın başında yazıyı hazırlarken baygınlık geçirip yere düşmüş ve kafamı çarpmışım. Uyandığımda hastanedeydim ve olaya dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Tıpkı eski iki nöbetim gibi. Korkuyorum ama üzerine gideceğim.
E pek tabi bu durum fotoğraf çekebilecek kişinin yokluğundan da kaynaklanabiliyor. Zaman zaman düşünmeden edemediğim ve her ifade etmediğimde üzerime hayli ağır bir yük olan bir mevzu bahis var ki bana bir dostum olamayacağını düşündürüyor. Elbette bu söylemlerimden defaatle tenzih ettiğim iki üç kişi var ve onlar kendilerini bilmektedirler. Lakin bazen öylesine yalnız hissediyorum ki ulan acaba hiç dostum yok mu ya diye serzenişte bulunuyorum. Bu arada dost dediğim önceden vardı da şimdi mi yok yoksa hiç mi olmadı orasını da bilemiyorum.
Bildiğim şey ise aramadan, sormadan, yazmadan dostluk olmayacağıdır. Öyle işte vay efendim yıllar yılı görüşemeyip sonrasında karşılaşsak dahi sanki dün berabermişiz gibi sohbet ederiz tatavalarına da tok biriyim. Yahu dost dediğin araya zaten bırak yılları ayları bile koymaz. Ararsan açar, açmazsa yazar veya dönüş yapar. Gün gelir üzüntünü böler, gün gelir mutluluğunu paylaşır. Vakit gelir derdine derman olur. Olamasa bile o sıkıntını içini döke döke anlatabilmen adına sana sığınak olur, harikulade bir dinleyici olur. İyi gününde, kötü gününde yanında olur.
Pekala sen Mustafa efendi, durduk yere ne diye geldin bu konuya? Genelde yarası olan gocunur derler. Senin bu dost yarası necedir ki susmak bilmezsin?
Taassup düzeyinde bir saygı ve bilinçsiz itimatlarla dolu bir ortamda büyüdüm. Sadakati, hoşgörüyü, insanlığı, yol arkadaşlığını ve en önemlisi de vefayı hep kendim öğrendim. Bunu bazen okulda sevk edildiğim bir disiplin kurulunda kendisini korumak için olaya karıştığım arkadaşım beni afişe edip satarken bazen de sıfır kârla amme hizmeti vermeme rağmen cukkacı yaftası yiyerek öğrendim. Ama öğrendim. Hem de tek başıma. Kabul, hala her şeyi tam anlamıyla halledebilmiş değilim. Mesela vefayı yıllar öncesinden sindirdim ama sadakat daha yeni yeni oturuyor. Tabi güzel şeyler büyük acılarla geleceğinden sıkıntı etmiyorum.
Beni yaralayan nokta ise çevremde vefa, sadakat, saygı, dostluk gibi kavramlara benim kadar değer veren insanların olmayışıdır. Mesela mükemmel bir dostumdur ben. Bu övünmekten en zevk aldığım noktalardan biridir. Genelde insanları tanıdık, arkadaş ve dost diye üçe ayırırım. Ve hiçbir dostum bir günden bir güne benden zarar gördüğünü söyleyemez. Ama ben bir çoğunun bıçaklarını sayabilirim. Yıllardır süregelen bir alışkanlıktır ki ben 3-4 ayda bir kontör yüklerim. Ve ben her kontör yüklediğimde, ki bu yılda 3 seferi geçemez, inanılmaz büyük bir heyecanla rehberi açar ve sevdiğim tüm insanları aramaya başlarım. Çağrılarımın dörtte üçü cevapsız kalır, bazıları meşgule atılır ve çok azı açılır. Cevapsız kalanların çoğu bir daha dönmez bile, meşgule atanlar işleri olduğunu anlamamı isteyip vaziyet bildirme gereksinimi duymazlar ve açanlar ise onların sadece halini hatrını merak ettiğimden aradığım için şaşırırlar.
İnsanlar birbirleriyle bir işleri olmadıkça konuşmamaya, önceden yediği içtiği bir giden kimselerin hayatlarını iplememeye, candan çok mala kıymet vermeye ve tüm maneviyatı silip maddiyatla yürümeye alışıyorlar. Yıllardır peyder pey iliklerimize kadar nüfuz etme çabasında olan bu huy beni öylesine rahatsız ediyor ki anlatamam. Ölene dek dinleyen, anlayan, çözüm bulan, kıymet veren, değerli hissettiren, merak eden, iki eli kanda dahi olsa yardımınıza koşan, hasbihal eden ve en önemlisi kaybetmenize üzülüp kazanmanıza sevinen o bildiğiniz Mustafa olacağım. Bende yeri apayrı olan bu dostluk müessesinde yaşadıklarım ve yaşayacaklarım beni yıldırana kadar düsturum budur.
Bugün 24 Ocak ve memleket için de önemli bir gün. Bir deprem ülkesi olarak tam da 1 yıl önce bugün Elazığ'ın Sivrice ilçesinde 22 saniye süren 6.8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Saat 20.55'de gerçekleşip 1.140 artçı sarsıntıya mahal veren bu elim felakette yaralanan 1.607 kişiye ve sağ kurtulsa da o korkuyu yaşayan binlerce yurttaşa geçmiş olsun dileklerimi iletiyor, yine bu depremde hayatını kaybeden 41 kişiye de Allah'tan rahmet ve yakınlarına başsağlığı diliyorum.
Bu Elazığ faciası sonrasında niyetlendiğim Deprem Hareketi projesinin yanlış ekip arkadaşı seçimlerim ve pandemi dolayısıyla atıl durumda oluşu hala canımı yakmakta ancak buna rağmen elimden geldiğince deprem gerçeğini anlatmaya çalışıyorum. Lütfen sizler de bu konuda bilinçlenmeyi ihmal etmeyin. Çünkü kelimelerin kifayetsiz kaldığı korkunç bir olay bu. Ve maalesef o büyük İstanbul depremi geldiğinde şayet ölmezsem ben demiştim demek istemiyorum.
Aşağıya bırakacağım yazıları da dikkatle okuyup çevrenizle paylaşmanızı rica ediyorum. Çünkü bu artık bir insanlık vazifesi haline gelmiştir. Ve Boş Meşgale okurunun da bu noktada elinden geleni yapacağına inanıyorum.
Gelelim bugünü anlamlı kılan diğer iki gelişmeye. Gazeteci Uğur Mumcu ve Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan.
Fikren takipçisi olduğum Oğuzhan Uğur'un bugün ve yarın neler olabileceğini dünden anlatan bir aydın olarak tanımladığı ve bizzat hayran kaldığım "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz." cümlesinin sahibi ve gerçek bir gazeteci hem de bir demokrasi şehidi olan suikast kurbanı Uğur Mumcu'yu katledilişinin 28. yılında saygıyla anıyor, kendisi için Allah'tan rahmet ve sevenlerine sabır diliyorum.
Ve Diyarbakır'da kadın polisleri ilk kez görevlendiren, şehrin merkezi lokasyonlarına ilk kez kameralar taktıran üstelik görev süresince faili meçhul işleri gözle görülür derecede azaltan ancak kendisi faili hala meçhul bir suikaste kurban giden Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan. Tam 20 yıl önce bugün kimliği belirsiz kişilerce pusuya düşürülerek 5 silah arkadaşıyla birlikte şehit düşen 3310 kodlu polisi saygıyla anıyor, kendisi için Allah'tan rahmet ve sevenlerine sabır diliyorum.
Ve gelelim bugünün asıl konusuna. Yoksuzluğa. Hayli uzun bir girizgah sizleri selamladı bugün. Planlı olmayan bu çenebazlığım için af diliyor haftanın mevzu bahsine geçiyorum.
Evreni babasının malıymışçasına hor kullanan insanlık beraberinde yeni sorunlar da getirdi. Bunların en büyüğü hiç şüphesiz kuraklıktı. İklimin öngörülemeyen değişikliği yüzünden yağışlar düzensizleşirken bahar ve yaz yağışları da gözle görülür derecede azaldı. Tüm bunlar suya olan erişimimizi güçleştirmekteyken yakın gelecekte su krizinin boy göstereceğini tahmin etmek pek de güç olmamalı.
Amaç dışı arazi kullanımları, su havzalarının yapılaşması, tarımsal sulamada gereksiz fazla su kullanımı, yanlış kentleşme politikaları ve pek tabi suyun bilinçsiz tüketimi bugün bu dertten başımızı kaşımamıza sebebiyet veren en önemli etken. İstanbul gibi yıllar yılı su fakiri olarak geçinip giden bir metropole nefes aldırmamız gerekirken yağışların destekleyicisi olan tüm rüzgarları itinayla kestiğimiz o devasa gökdelenler yarın öbür gün temel ihtiyacımız olan suyu karşılayamayacak kadar acizler.
Yine özellikle İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alanın 2 metrekarenin altına indiğini söyleyen uzmanlar şehrin karbondioksit miktarını absorbe edecek bir yeşil alanın olmamasından şikayetçi. Öyle ki hemen hemen her yeri betonlaştırıp asfaltlara çevirdiğimiz için şehrin bütün nefes kanallarını gaddarca kapatmış vaziyetteyiz.
Olası bir kuraklığın en büyük faturası da gıda üretimine kesilecek. Takdir edersiniz ki bu yetiştirilen her şeyin zamlanması demek. Zaten bakanların bakmadığı tarafta yoksullukla mücadele eden halk o günler geldiğinde susuzluk yetmezmiş gibi bir de besin ihtiyaçlarını karşılayamamakla imtihan edilecek. Dolayısıyla susuzluk ve kuraklık için kıtlığın ayak sesleri de diyebiliriz.
Etrafında medeniyetlerin kurulduğu bu harikulade madde küresel ısınma, hızlı nüfus artışı, çevre kirliliği ve endüstriyel atıkların arıtılmadan doğrudan su kaynaklarına karışması gibi sebeplerden ötürü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Pandeminin etkisiyle de artan kullanım ile birlikte günde 3 milyon metreküp su harcayan İstanbul gelmesi muhtemel susuz günlerinde şöylesine bir sürmanşete uyanabilir.
Tanker sırasında silahlar konuştu! Dördü çocuk 7 kişi hayatını kaybetti.
Son zamanlarda siyasi bir malzeme olarak iktidar ve muhalefet arasında sündürülen su mevzusu içinse bugüne kadar yaptığımız yanlışları konuşmak hatta eleştirmek için artık çok geç. Onun yerine herhangi bir oluşumun tarafgirliğini yapmadığım noktasında hemfikirsek hadi gelin de su fakiri olma yolunda ne yazık ki hızla ilerleyen güzide memleketimiz için yapabileceklerimize bakalım.
%32,38 gibi pek de güven vermeyen bir doluluk oranına sahip İstanbul barajları ve yurdun diğer tüm su kaynakları tehlikede. Yarın öbür gün suyun tankerlerle halka dağıtılacağı ihtimali gözümün önünde. Belki inanmayacaksınız ama bu ülkede suyun bile mafyası çıkar arkadaşlar. Lütfen harekete geçelim. Hala umut var.
Bu yazıyı farkındalık oluşturması adına çevrenizle paylaşmanızı en içten dileklerimle rica ediyorum.
- Meyve ve sebzelerimizi akan suyun altında değil bir kabın içerisinde yıkamalıyız. Dört kişilik bir aile, bu yöntemle, yılda ortalama 20 ton su tasarrufu yapabilir.
- Sonrasında bu kapta bulunan su ile çiçeklerimizi sulamalıyız.
- Donmuş gıdaları eritmek için su kullanmamalı ve bir gece önceden buzdolabına koyarak erimesini sağlamalıyız. Böylesi hem daha sağlıklı hem de daha tasarrufludur.
- Çamaşır ve bulaşık makinelerimizi sık sık çalıştırmamalı, yalnızca tam olarak dolduğunda ekonomik ayarda çalıştırmalıyız. Çünkü haftada bir kez daha az çalıştırılan çamaşır makinesi yılda 9 ton su tasarrufu sağlar. Ve bulaşık makinelerini çalıştırmadan önce bulaşıklara ön yıkama yapmak yerine peçete veya bulaşık fırçasıyla silmeliyiz.
- Bahçe, ağaç ve çiçek sulamaları için sabahın erken saatlerini yahut gecenin geç saatlerini tercih etmeliyiz.
- Aracımız rezalet bir biçimde kirlenmediği sürece yıkamak yerine ıslak bezle silmeliyiz.
- İlla yıkamak gerekiyorsa da çimenlerin üstünde yıkama, oto yıkamacıya götürme veya geri dönüşümlü otomatik yıkama makinelerini kullanma seçeneklerinden birini tercih etmeliyiz.
- Tıraş olurken veya diş fırçalarken suyu kesinlikle kapamalı böylelikle her bir işlem için kişi başına ortalama 1 litre su tasarrufu etmeliyiz. 4 kişilik bir ailede 8 kez diş fırçalandığını ve yine en az 8 kez el yüz yıkandığını hesap edersek günde 16 litre su tasarruf ettik bile.
- Banyo yapmak yerine duş almalı ve bu sayede kullanılan ortalama 125 litrelik suyun yalnızca %25'i ile yıkanma ihtiyacımızı sağlamalıyız.
- Düşük akışlı veya su tasarruflu duş başlığı kullanarak duşta kullandığımız su miktarını önemli ölçüde azaltıp küçümsenemeyecek derecede kayda değer bir tasarruf yapmalıyız.
- Duş alacağımız esnada sıcak suyun gelmesini beklerkenki akışı israf etmeyerek bir kovayla biriktirdiğimiz suyu araba yıkama, çiçek sulama gibi işlerde kullanmalıyız.
- Saniyede 1 damla sızdıran bir musluk ayda 800 litre ve yılda 9.200 litre suyu boşa götüreceğinden musluklarımızı onarmalıyız.
- Sifon başına 15-20 litre su harcayan eski tuvaletlerdense bu işlem için yalnızca 5 litre harcayan yüksek verimli tuvaletleri tercih etmeliyiz.
- Kıyafetlerimiz tam anlamıyla kirlenip kokana dek onları yıkamamalı, çorap ve iç çamaşırı dışındaki giyim eşyalarımızı modayı ve elalemi bir kenara bırakarak bir kaç kez yıkamadan üst üste giymeliyiz.
*Çeşitli kaynaklardan yararlanılmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder